Zeki Demirkubuz’un Kader filmi benim için sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda çaresizliğin ve takıntının ne kadar yıkıcı olabileceğini gösteren bir deneyimdi. Filmi izlerken Bekir’in Uğur’a olan bağlılığını bir aşk olarak mı yoksa bir tür bağımlılık olarak mı görmem gerektiğine karar veremedim. Bu kararsızlık zaten filmin en güçlü yanıydı; izleyiciyi sürekli olarak rahatsız eden, sorgulatan bir yerden bakıyor. Ufuk Bayraktar’ın Bekir rolündeki performansı o kadar gerçekti ki, bazı sahnelerde karakterle beraber ben de daraldım. Vildan Atasever’in Uğur’u ise kırılganlığı ve çaresizliğiyle çok tanıdık bir hissi tetikliyor; herkesin hayatında karşılaşabileceği, uzak durmak istediği ama bir şekilde çekim gücü olan insanlar gibi.
Demirkubuz’un sinemasını zaten ağır ve rahatsız edici bulan biri olarak, Kader’de bu yoğunluğu dorukta hissettim. Uzun planlar, suskunluklar, hiçbir şey söylemeden çok şey anlatan anlar… Tüm bunlar izleyiciyi hikâyenin içine çekmekten çok, onunla yüzleştiriyor. İzlemek kolay değil; çünkü film, insana kendi karanlık tarafını hatırlatıyor. Sessizliklerin içinde Bekir’in çaresizliği, Uğur’un tükenmişliği öyle net görünüyor ki, bu sessizlikler müzikten daha çok etki bırakıyor.
Film bittiğinde aklımda tek bir his kaldı: bu hikâye aslında hepimizin çevresinde bir şekilde gördüğü, belki de yaşadığı türden bir kader. Aşkın en yüce hâli değil, en yıkıcı hâli. İnsan bazen birine bağlanırken aslında kendi hayatını da yavaş yavaş tüketiyor. Kader tam da bunu anlatıyor; rahatsız ediyor ama aynı zamanda unutulmaz bir şekilde akılda kalıyor.
Yazar: Onur Can TÖGEN